To Top

ARZU AYDOĞAN İLE TİYATRO VE ŞİİR HAKKINDA

Arzu hanım öncelikle Dut'un ilk sayısında bizimle olup böyle özel soruları cevapladığınız için çok teşekkür ediyoruz. Ben teşekkür ediyorum. Dijitalleşen ve herkesin istese de istemese de hızlandığı bir çağda biraz yavaşlaıyıp sanat özelinde özellikle edebiyat adına attığınız bu yeni adımda sizinle olmak benim için de çok kıymetli. Sanat dergilerinin geçmişten bu yana sanat severlerle buluşma hikayesi çok gerilere uzanıyor. Bu anlamda her çağın, her dönemin kendi ruhu olduğuna inanıyorum. Bu ruh ve yaklaşım dergilerin içeriğini de etkiliyor elbette. Her derginin, her oluşumun bir duruşu da var elbet . Her derginin de farklı alıcısı- okuyucusu oluyor ancak nihayetinde okumaya dair serüvenin dergilerle devam etmesi genel anlamda edebiyat kültürü için bir zenginlik. Derginin kimliği ne olursa olsun üretimlerin az ya da çok karşılık buluyor olması da güzel bir etkileşim yaratıyor. Edebiyat severin, algısı, genel kültürü, birikimi, entelektüel seviyesi, hayata ya da dünyaya yaklaşımı ne olursa olsun dergiler aracılığı ile yeni üretimlere, yeni isimlere, yeni yaklaşımlara göz ucuyla bile bakması yayıncı için de okur için de kayda değer bir etkileşim bence. Yeni nesil pek çok derginin içeriğini ben de takip etmeye çabalıyorum. Sadece köklü uzun soluklu dergiler değil, yeni genç dergilerde de yeni sesler duymak üretim ve gelişim adına faydalı oluyor bence. Öte yandan -asla yargılamak ya da emeği küçümsemek istemem- elime aldığımda doyuruculuğundan şüphe duyduğum dahası yogun vakit kaybı hissi yaratan üretimlerle de karşılaşmak mümkün. Yine de edebiyat dergilerinin çeşitlenmesi bence tüketim çağında, tüm zorluklarına karşın yapılan yegane çabalardan biri. Bu anlamda verdiğiniz emeğe, çabaya çok saygı duyuyorum ve uzun soluklu , renkli bir yolculuk diliyorum. Her alanın yozlaştığı ve sosyal bir çürümeye gittiği bulunulan dönemde şiirin bu sosyal çürümeden korunduğunu düşünüyor musunuz? Yoksa çoktan silsileye kapılıp asimile olmaya başladı mı? Şiir asla asimile olmayacaktır. Çünkü şiirin öyle bir varoluşu yok. Dönüşür, değişir ama asimile olmaz. Doğrusu asimile kavramıyla yan yana bile getiremiyorum şiiri. Aslında bu her sanat dalı için geçerli. Anlatı kültürü de öyle. İnsanlığın kökeninde var bu; anlatmayı da dinlemeyi ve okumayı da seviyoruz. Bu, dünyanın her yerinde geçmişte de böyleydi gelecekte de böyle olacak. Yaratma çabası ve isteği oldukça, inşa edilen hikaye birileri tarafından görülür olduğu sürece, bu büyülü etkileşim olduğu sürece sanatın her türü yaşamaya devam edecektir. İçinde bir parça endişe de taşıyan bu soru her çağda kendi atmosferi, dokusu içinde sorulmuş, kafa yorulmuş bir mesele olmuştur. Her sanat dalının özünden uzaklaştığı, deyim yerindeyse kan kaybettiği dönemler olmuştur, olacaktır da. Klasizmden modernizme geçerken, modernizmin doktirinci kısıtlamalarına karşı duran postmodernizme geçerken, postmodernizmden türlü ara akımlarla haşır neşir olup dijital çağa ışınlandığımız günümüzde de bu sorunun cevabı kişiden kişiye göre değişecektir. Şoyle söylemek yanlış olmayacaktır; her dönem ya da akımın kendi içinde deyim yerindeyse sanatsal safraları olmuştur. Özü, kökü, amacı, doğal bir oluşum süreci olmayan her üretimin belli bir süre sonra çürüyüp yok olmaya mahkum olduğu da bir gerçek. Dünya kültür mirasında geçmişe baktığımızda -tabi burada iyi kavramının ne oldugu da tartışmalıdır- iyi olanın kalıcılığını hepimiz görüyoruz zaten. Sorunuza gelecek olursak elbette edebi değerinden şüphe duyduğumuz pek çok üretimle, sosyal medya ya da yayın- basin mekanizması içinde sıklıkla karşı karşıya geliyoruz, çoğu kez de maruz kalıyoruz. Ancak bu karşılaşmada sadece ürünün, bize sunulan öznenin kendisine yoğunlaşmak yanlış olur; alıcının- okurun ne istedigi, ne ile doyum sağladığı da önem arz ediyor. Yüksek begeniden söz ediyorsak eğer orada sıkıntı yok ancak dijital körleşmeye maruz kalmış okur ya da izleyen önüne düşen üretimin, biraz indirgemeci olacak ama, iyi ya da kötü olduğuna dair sağlam bir değerlendirme ya da kritik yapma yetisine sahip olamayacaktır. Bu anlamda şiir özelinde söyleyebilirim ki özünde cevher olan zaten alıcısı ile bir şekilde buluşacak ve sanatsal etkileşim hakkettiği şekilde yaşanacaktır. Mesela simdi James Joyce geldi aklima.. En basit yorumla anlaşılmaz olarak nitelenen şiirlerini belki herkes anlamayacak, beğenmeyecek ama eserler yalınkat hakikatiyle dijital çağdan sonra da kalacak bence. Ya da en anlaşılır, en düz metinler de öyle. Dünya üzerinde milyonlarca insan var ve bu hikayeleri içselleştirip dışa vurmak isteği taşıyan milyonlarca da hikaye anlatıcısı var; bu anlatıcı kişi, yazarak, çizerek, besteleyerek, dans ederek bir şekilde gösterecek, işaret edecek, bağıracak; görmek ve duymak isteyen de bu gösteren ile temas edecektir. Bu soru pek çok açıdan değerlendirmeye açık bir soru; felsefi sosyolojik, psikojik boyutta yoğun bir cevabı da hak ediyor. Belki başka bir zaman bunu daha ayrıntılı konuşabiliriz ancak şimdilik şunu söyleyebilirim, şiir asimile olmuyor, yapısı gereği buna müsait değil. Asimile olduğuna kanaat getirdiğimiz üretimi ise zaten şiir başlığı altında değerlendirmeye gerek yok. Örneğin şiir Turgut Uyar’a göre çıkmazdır, çünkü insan çıkmazdadır. Siz şiiri nasıl algılıyorsunuz, nasıl ifade ediyorsunuz ? Öncelikle Turgut Uyar en sevdigim şairlerden biridir söylemeden geçmeyeyim. Her şairin itkisi, hayata kendine , insana şiire bakışı farklı elbette. Mesela Turgut Uyar’ın şiiri de değişkendir. İlk şiirlerindeki söz dizimi de hikayesine yaklaşımı da farklıdır. İnsan değişkendir çünkü Turgut Uyar neden olmasın değil mi? Pek çok açıdan öncü bir dil yarattığı kesin. Onun sözcüklerle oynama şeklini başkalarında göremeyiz. Acıyla oyun oynar, gerçekliği yansıtma biçimi de gizli bir şaşırtma gibidir, aktardığı hikaye uzun bir düz yazıya dönüşür bazen , bazen kendi öncüllerinden izler taşır. Bazen kendine has söz söyleyişi ışıl ışıl parlar. Duyguyu bölüp parçaladigi çok olur, bazen de düm düz soyler; o daha da ağırdır bence. Ben şairin doğduğu dille ve toprakla iç içe olduğunu düşünüyorum. Bu kırılması zor bir gerçekliktir. Bu kırılmaz gerçekliğin şairin varoluş yolculuğunda büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Ancak şu da var; bir hikmeti vardır her şairin. Mesela bir söyleşisinde Behçet necatigil , Rilke için şöyle demiş; "ondan gelen hikmet yalnız düşüncelerden gelen bir hikmet değildir, gönlünden gelen, mizacından gelen, yalnızlıklarından gelen bir hikmettir. Onunki tanrı ile arasına girmiş olan engelleri garipsemesinden doğan bir bilgeliktir." Bu önemli bir yorum bence, pek çok şair için de pek ala uygun olabilir bu tanımlama. Doğduğu dil ve coğrafyada, önce varolma çabası güdüp sonra dünyalı olabilme cüretidir şairin alameti farikası. Geçmişten bu yana ülkemizdeki şiir ortamında her grubun her şairin bir ilkesi olmuştur, bu ilke ile sekillendirmislerdir politikalarını. Örneğin garipçilerin yoğun bir yaşama sevincidir itkileri ya da deyim yerindeyse onlara öncüllük eden Nazım Hikmet’in de hayatla kurduğu bağ ve belki de o bağa bir kafa tutuştur poetikasi... Fransız şairleri okuyan hatta Freud’un düşünceleri ile iç içe olan garipciler yeni dünyalar aradılar ve yeni dünya üzerine kendi özleriyle yeni bir şiir yarattılar. İyi ki de yarattılar ki Türk siirnde önemli bir basamak oldular. Sonra elbette ikinci yeni , öncüllerinden aldıkları bayrağı başka bir noktaya taşıdılar. Daha önce söz ettiğim hikayeyi anlatma biçimi bir kez daha dönüşüp değişti, sözle, kelimeyle bir kez daha başka bir şekilde oynadılar. İkinci yeninin yeri ayrıdır bende. Melih Cevdet’ten İlhan Berk’e , Ülkü Tamerden Edip Cansever’e yep yeni bir poetikayı armağan etmişlerdir Türk şiirine. 90’lar 2000’ler ise Türk şiirinin çesitlendigi, cüretkar olduğu yıllar oldu. Yeni dergiler bu şiirlerin tanınmasında oldukça etkili oldu. Bir önceki sorunuzda ifade ettiğiniz üzere bu yıllar şiirin dijital çağla tanıştığı yıllar oldu. Dünyanın büyük bir hızla geliştiği 2000 sonrası bence şiirin de kökünü cevherini etkilemedi ama sözün söyleme gücünü başka bir noktaya taşıdı. Akımlardan öncüllerden parça parça koparılan poetikalar çok çeşitli yönelimlerle kendini yeniden doğurdu. Sadece söz söyleme sanatı degil şiir, sözle sözcükle oynama sanatı aynı zamanda. Sözle istediği gibi oynama lüksüne sahip şair. Üstelik bunun makul ve nizami olmasına da gerek yok kanımca, çünkü şiirin bir duygu işçiliği olduğuna inanıyorum, buluş yapmaya ihtiyacı yok şairin, sözü istedigi gibi söyleyip, şiirini istedigi gibi yontabilir, matematiği de yoktur şiirin. Olmamalı da bence. Kurallarla yazılan bir senaryo değildir o. Bir duygu meselesidir ve ben bu duygunun hangi ruh haliyle yazıldığiyla ilgileniyorum. O duygunun bilinç akışındaki serpilişini önemsiyorum. Benliğe hatta id dediğimiz iç benliğe aktarımı her şeyden önemli. Doğduğu dile nasıl hükmettiği, o dille nasıl oynadığı önemli. Dizesinde ya da topyekün üretiminde bağırarak anlattığı duygu önemli. Okurun bu gösterilendeki karşılığı işin başka bir boyutu. Burada konu dağılabilir ama Lacan'in sinthome kavramını düşünmeden edemiyorum. Şairin imgesel, simgesel ve bilinçaltı sarmalindakI o birleştirici etkinin merkezindeki sağaltim anından çıkan sözleri okumak da yazmak da sanırım sanatın özü... Yani demem o ki, şairin önce duyguya sonra her şeyi görebilen bir göze ve dile hakimiyete ihtiyacı var. Gerisi teferruat. Her hangi bir icazet almaya ya da öncüllerinden izler taşımasına gerek yok. Saf bir özgünlük işi şiir. Şiir ya da insan çıkmazda mı sorusuna gelirsek; şiir çıkmazda değil, o yatağında bir nehir gibi akıyor ancak evet insan çıkmazda kalabiliyor zaman zaman. Sanırım çıkmazı yaratan ortamın mahiyeti önemli. Evrensel bir çıkmaz mı, kişisel bir çıkmaz mı, geçmişi sürekli önüne getiren yıkılmaz bir mesele mi bunun ayrımını yapmak lazım. Dünyanın dayattığı engelleyemeyecegimiz, göz ardı edemeyeceğimiz sorunlar da, kişisel ağır duygularımız da yatağını bulmuş akan şiirle buluşuyor.. işte o buluşmaya odaklanmak lazım. Peki ilk soruyu sizin de uzmanlık alanınız olan tiyatro alanında yöneltsek. Sizce tiyatro çürüme seline kapılıp gidiyor mu? Yoksa tutunduğu söylenebilir mi? Tiyatro, şiirden sonra ikinci alanım. Mezun olduğum DTCF dramatik yazarlık bölümü bana anlatının kökenlerini anlama fırsatı verdi. Ritüellerle başlayan erken tiyatro sanatı yıllar içinde dönüşerek zorlu bir yol katetti. Bu yolun değişmez bir gerçekliği söz konusu, insanlar hala bir hikayeyi dinlemeyi ya da izlemeyi seviyor. Son zamanlarda sıklıkla kulağımıza çalınan " tiyatro öldü" söylemi ise vasat ve yanlış bir yargı. Bence tiyatro ölmüyor kabuk değiştiriyor. Onu sinema sanatından da azade tutuyorum ben. Herhangi bir karşılaştırmaya da ihtiyacı yok tiyatronun. Tıpkı şiirde olduğu gibi tiyatroda da özgürlükten yanayım sanırım. Dördüncü duvarı yakabilirsiniz de, klasik tiyatro konvansiyonları ile de hareket edebilirsiniz, dijital etkenleri de kullanabilirsiniz. Tiyatro her türlü yeniliği kaldırabilecek bir sanat türü ve seyircisi de her zaman olacaktır. Ben antik çağ metinlerini de. Klasizimin ve modernizimin metinlerini de modernizim sonrasını da aynı oranda seviyor ve yaklaşıyorum ancak kişisel ilgim daha çok yenilikçi, izleyici ile interaktif iletişime girebilen, şaşırtıcı oyunlara daha çok. Elbette her insanın üzerine yoğunlaştığı konularda feyzaldığı şahıslar, bireyler vardır. Sizin tiyatro ve şiirde feyzaldığınız isimleri sorsak? Bize kimlerden bahsederdiniz ve neden bu kişiler? Bu kolay gibi görünen zor sorulardan biri. Yüzlerce kitabın, şiirin, tiyatro metninin arasından birini seçmem mümkün değil sanırım. Ama dönüp dönüp okumaktan sıkılmadığım şair sanırım ilhan Berk, tiyatro da ise Brecht. Bunlardan da feyz almak demeyelim ama haz duyuyorum okurken. Yakın zamanlarda tanışma fırsatı bulduğum Enis Akın ise hem düşüncelerinden hem de şiirlerinden çok şey öğrendiğim bir isim olarak kalsın burada..

ARZU AYDOĞAN