SERT ZEMİN
Başlangıç.. Zaman beni nasıl yiyorsa öyle bakıyorum dışarıya. Çok belirgin bir ruh yiyen; zaman. Bunu çoğu kez pek çok dişi ve erkek düşünmüştür mutlaka. Pek tabi cinsiyetçi bir düşünce. Doğa da öyle değil mi; vahşi.. Erkeğin ve kadının onu yiyen zamanı öyle değişken ki. Belki de bir erkek gibi ezilyorum. Zaman beni bir erkeği tüketir gibi bitiriyor. Neşeli değilim. Neşeli olacak ne var ki? Bir saat önce orada yürüyordum. Eve gelmek üzere, acele ve ritmik adımlarla. Her adımda küpem değiyor paltomun yakasına. Değdikçe bir nefes sesi eşlik ediyor. Burnumdan alıp ağzımdan çıkan nefese benzer. Kafamı yana eğiyorum, yüzde seksen yünlü paltomu omuzlarımı kaldırarak daha da yukarı çekiyorum. Daha da. İçine gömülüp, kendini koruyabilen bir hayvan gibi. Zırhını üstünde taşıyan, kendi yükünü aynı zamanda. Nasıl bir kaos; seni koruyan her şeyin aslında nasıl künt bir yüke dönüşmesi. Yorgunum. Kendimi taşımaktan. Yükümü ve zırhımı taşımaktan. Şurada durup, soluklanıp, omuzlarımı indirip beni iştahla öğüten zamanı, sakin bir tavırla durdurabilirim belki. Ancak nafile bir çaba. Az önce kendimi sürükleyerek ve yetişmek zorunda olmadığım bir eve atıverdim kendimi. Benim evim değil. Belki de benim evim ama bana ait bir şey yok. Şimdilik. Bu ev zırhımın bir parçası sadece. Hızla çevrilen kitap sayfaları gibi hayatım. Kendi içinde inaılmaz bir hızı var ama ben zihnimde öyle ağır ilerliyorum ki. Salyangoz hızında bitiriyorum günü; gerçekte 1 saniye önce bitmedi mi gün? 1. Ara: Karanlık Zaman beni iştahla yiyip bitirdi. Burada yokluğumun uzantısı pencerenin kenarında. Hala düşünüyorum. Dünden kalanı. Sadece dün değil top yekün geçmişten kalanı. Başka bir şehirden, başka bir zamandan kalanı. Zamanın bir vakit böyle korkunç olmadığı, içimizin kendiliğinden nasıl tatlı bir devinimle yenilendiği. “sarkaç” demişti bana bir keresinde. “hala hareket halinde”. “yani” demiştim. Kimsenin gözlerinde olmayan sımsıcak, güvenli bakışıyla; “Yani sadece kendimiz değil, kendimizin dışındaki her şeyi değişebilir.”. Yine şurdaki caddeye bakıyorduk. Kıvrımlı ve hareketli. İnsanların bazen ürkek bazen neşeli adımlarının hiç bitmediği caddeye. Adımların bazen çabasız bazen sevimsiz olduğu, bir yerlere yetişilmeye ya da amaçsız salınımlara dönüştüğü caddeye. Işıkların yandığı, söndüğü caddeye. Cama yansıyan yüzlerimize bakıp, aynı anda hem kendime hem ona, en sonunda sadece onun gözlerine doğru bakıp; gülümsemiştim. Alt dudağımı yana çekip, üzerinde çok durmadan “olabilir” demiştim. O hep benim göremdiğim bazı şeyleri görüp, duyamadıklarımı duyup, hissedemediklerimi hisseder gibiydi. Katili bilen seyirciydi o, nafile hamleleriyle kurban da ben. Her seferinde benim hafif alaycılığıma içerlerdi. Basbayağı kırılırdı hatta ama hiç belli etmezdi. “bir gün değişmek isteyeceksin, o zaman sarkaç durmuş olabilir.” Demişt, camdan dışarıya durgun bir nehir gibi bakarak. Hava kararmıştı, caddedeki ışıklar yandı aynı anda. İkimizde dışarı bakıyorduk. Kocaman bir nefes aldı. Ağzından çıkan nefesin buğusu bir anlığına cama değdi. “çay içer misin.” 2. Ara Işık Hep unutuyorum. Şimdiden önceyi. Az önce olanı. Bir saniye önce biten günü. Nasıl uzun aslında. Nasıl çekilmez. Az önce beni dişlerinin arasından fışkırtarak, iştahla mideye indiren zaman şimdi hazmediyor bedenimi. Yorgunluk bundan ibaret. Çay demledim. Başka bir zamandaki mutat eylem. Şimdi ağır bir gerçeklik olarak dikiliyor karşıma. Çayın buharı ne güzel vuruyor yüzüme. Şimdi kim olduğumu bilmediğim yüzüme. O zaman yansıdığı gibi yansıyorum cama. Zırhımın ağırlığından omuzlarım düşmüş. Görüyorum. Üzülüyorum kendime, başkasına üzülür gibi. Bu kadar geç saate durmamıştık hiç burada. Caddenin ışıkları bir anda yandığı gibi sönüverdi. Binaların ardından 5 dakika sonra güneş doğacak. Hep kıyamayan bakışını besleyen gözlerinin ışığı da böyle sönmüştü onun. İnsanın da ışığı var. Gözlerinde yanıp söner. Onunki de bir gün aniden sönmüştü. Hepimiz fark etmiştik. Ah sarkaç! Durdun mu? Şimdi gerçekten değişemez miyim? 3. Ara cam Zaman beni nasıl yediyse, öyle yokum şimdi. Bazı şeylerin nedensizliği öyle ürkütücü ki. Belki de nedensiz oluşuna ya da neden aramayı bırakmaya ihtiyaç duyuyorum. Böyle değildi zamanın bir vaktinde. O vardı. Yanımdaydı. Yanımda olması olağandı. O kadar ki hiç yanında değidldim. Çünkü hep olacağına şımarmış bir ianançla bağlıydım. Cam. Sert zemin. Önünde duruyorduk. Şimdiki gibi. Gün sanki bir saniye sonra bitmeyecek gibi doğarken. O gün de böyle su içmeye inmiş iki güzel at gibi karşılaşmıştık camın önünde. İlk çıtırtıda ürkerek başını iki yana sallayan, yelesini silkeleyen iki güzel at gibi durmuştuk camın önünde. Onun ışığı sönmüş gözlerine bakmıştım. Bakmamıştım da, görmek zorunda kalmıştım sanki. Işığı sönmüş bir göze bakmanın, yanlış bir yerdeymiş hissi yerleşmişti içime. Yanlış bir yerdeyim. Burada olmamalıyım. Camın kenarından ayrılmalı, evden uzaklaşmalı, kapıyı çekip gitmeliyidm. Ama durduk bir saniye, bir gün.. “korkma” dedi ikimiz cama yansırken. Gülümseyip, saçlarına dokundum. “yok be ne korkması” dedim. O yine bana dünyadaki bütün anlayşların bütün kabullenişlerin enginliği ile baktı. O zaman hem onun sönen ışığından hem de ilahi kavrayışından ölesiye kokmuştum. Çaybardağını pencerinin önüne bıraktım. Korkmuş bir at gibi uzaklaştım ondan. “Görüşürüz , Hoşça kal” Bitiş.. Bir zamanlar varolduğumuzun tatlı tablosu; cam kenarında iki çay bardağı. Bir zaman önce onu kullananların belleğine sahip gibi. İki yalnız çay bardağı. İkisini de orada öylece bırakıyorum şimdi. Görüşürüz demiştim. Kelimeler vaat ettiği gerçekliği yaşatamıyor ne yazık ki. Önce ışığı gitti. Sonra bedeni. Şimdi zaman beni nasıl yediyse onunla temasımı da yiyor. Unutuyorum. Güneş, sert bir fotoğraf gibi gösteriyor camın önünde olan biteni. Sarkaç durdu. Sonsuza dek böyleyim artık. Onsuz, zaman tarafından yenmiş, zırhıyla ezilen. Çay bardaklarını tezgaha bırakıyorum. Evden çıkıyorum. Camın ardındaki dünyaya, gün yine bir saniye…